20 Ekim 2011 Perşembe

çoban yıldızı

bu aralar herkes düşüncelere dalmışken, aslında bu konuda acı çekiyorken düşünüyorum zamanında bir arkadaşımın yorumunu;
ağlayan topraklar değil, insanlardır diye,
topraklar değil insanlar ağlar,
insanlar ağlar...

kavaklıdere sinemasını elimizden çoktan almışlarken...

son senelerde açılan alışveriş merkezlerindeki büyük ve gösterişli sinemalara gitmemeye çalışan biri olarak, canım sıkılınca evimden tunalıya doğru yürüyüş yapıp, kuğulu parktan geçip,kavaklıdereye uğrayıp, film izleyip eve huzurlu dönmüşlüğüm çoktur.

ama kızılırmak ve ankapolü de kapatırlarsa, o yerinde ve eski sinema kokusu, duvarlardaki "bunu izledim, bunu izlemedim " filmleri daha fazla bişi ifade etmezse insanlara, arabayı otoparka parkedip yürüyen merdivenelrden çıkmaya daha çok can atarlarsa kendileri, başka bi şansımız olmayacak sanırım...

kıtırda, ikinci birayı döke döke kafaya diktikten sonra kalabalık cadde üzerinden koştura koştura, sinemanın merdivenlerdinden inip ekranın karşısına oturmak bir tek bana mı mutluluk verici gelmekte acaba?

en çok korktuğum; her gittiğim zaman yerlerinde olduklarını görmeye alıştığım anıları, eski dostları, çocukluğu, liseyi, sonrasını alışkın olduğum yerlerde bulamayacağım..
babamın çankaya sineması deyip anılarını tazelediği hayalet sinema gibi bir şey olacak sanırım kavaklıdere de..

çocukken ilk filmimi izlediğim akün sinemasının hatıralardaki yeri gibi...
yerine alışveriş merkezi yapar, sahte parfümcü falan açarlar herhalde...çok üzüldüm...
biz hatırlamaya zorladıkça kendimizi , mutlu günlerin somut görüntülerini daha da fazla alacakalr mı acaba elimizden?

demişim taa 2007 de...kavaklıdere çoktaan sessizliğe gömüldü. hatta ankapol de..kızılırmak'ın da eski tadı yok...ya da bana yok...

17 Ekim 2011 Pazartesi

"kış gelmişti işte ve biz içeriye çağrılmıştık."

"içimin de dışımın da olmadığı ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı; sanırım 8-9 yaşlarındaydım.
acıyı, neşeyi, kederi henüz ayrıştırmamıştım.
hayattı;yekpareydi, herşey, bir şeydi.

mevsimler birinden öbürüne devrilirken, elimizi arı sokarken, bisikletten düşüp dizlerimizi kanatırken canımıza bir şey olurdu, hissederdim. ama acıya dahil değildi yine bunlar.
hayattı yekpareydi işte.

zaman hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, acı o yekpareliği yitirdiğimizde oluşacaktı.

şimdilik dünya geniş ve ılıktı. biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik."


çok sevdiğim birhan keskin'in bu şiiri tek derdimizin yemekten sonra da dışarı çıkma ihtimali olduğu, ertesi gün tüm kaslarımız ağrıyıncaya kadar sokaklarda koşturduğumuz, özgürlükle yekpare olduğumuz zamanlara gelsin.

Zillere basıp kaçtığımız için kafamızdan su döken teyze, eğer hala buralardaysa bizi anımsasın mesela. Ya da kavga edelim haftasonu pikniğimizi hangi apartmanın önünde yapacağımızla ilgili.
Her gün tüm sakız paralarını birleştirip ucu ucuna denkleştirip aldığımız ama kimsenin annesinin dolaba almadığı ve dolayısıyla ağaç buzdolabımızdan her gün kaybolan kedi mamalarını anımsasın, gözümüze kestirdiğimiz kediler, tüm arkadaşlarım, bu dünyadakiler ve diğerleri.
Yakan toplar kovalasın ki bizi en azından rüyalarımzda ve hatıralarımızda; dizlerimiz yırtık, içimiz rahat olsun.
Gelgitleri sevmiyorum. Eski olan herşeyi değişen zamanıma uydurmayı çalışmayı da. Beceremiyorum da sanırım. Tökezliyorum. O zaman da otomatikmen geleceğe dair korkuyla ve bükük adım atıyorum.
Ankara ise yağmurlu bir süredir. Etraf koyu yeşil. En çok Şimşek Sokağın yapraklarından ve odamın önündeki çıplaklaşmaya başlayan ağacı görünce anlıyorum kışın iyice yaklaştığını. Bir de kokusu var etrafın. Hep ıslak hep koyu bir koku. Nerde olsam burası bizim sokağın sonbahar kokusu diyebilecek gibiyim.
Haftasonu da İstanbul'da bir dakika durmayan yağmurda tazelemeye çalıştık geçmişi. Sonra bir pazar kahvaltısında geçti zaman. Aradan bir yerden gördüm uzun bir deniz, üzerinde bir köprü ve yanlarda koyu yeşiller, ıslak duvarlı koyu kahverengili binalar. ama gri değil. Bir bilgisayar programında, parlak bir manzaranın rengi buğulu renkler opsiyonu ile koyultulmuş gibiydi.
İstanbul'a daha mı çok yakışıyor sonbahar ve yağmur yoksa sevdiğim Ankara'dan mı uzaklaştım bilemedim.
Spora gidiyorum o yüzden ve beklenenin aksine seviyorum. Orda küçük bir fare gibi koşturup durdukça eksilip hafifliyormuşum gibi geliyor. (neden ve neyle dolu olduğumu bilmiyorum oysa)
Bilmiyorum havanın etkisi mi bu üzerimdeki. Gamlı Baykuş volume 105 olunca, yazasım geliyor herhalde.
İş de yok çok fazla, ama yetişemediğim bir çok şey var, o zaman öyle kalsın dediğim sonra da vicdan azabı olarak biriktirdiğim.
Oysa hayallerim devam etsin isterim.
Hareket isterim.