15 Aralık 2011 Perşembe

terimakasih

Değişik tecrübeler edindim bu aralar.

Güney Yarım Küre'nin bir parçasını görmek, kıştan yaza gitmek sonra hoooop geri gelmek gibi.
Kilometrelerce uzakta olan, uzun zamandır sarılamadığımız iki çocukla Cakarta'da buluşup, yataklarda zıplayıp sarhoş olmak gibi.

Aslında oralara dair yazılacak çok şey var. Her ne kadar sokaklarında insan olmayan, yürüyecek kaldırımı bile olmayan ama sahip olduğu bolca araba ve motorundan nefes aldırmayan o trafik ötesi şehri çok fazla gezememiş olsam da kesinlikle başka havalar soludum orada.
Çok yer görmüş sayılmam ben ama bu kadar başka insan, başka dil, başka bakışlar ya da bambaşka bir koku duymamıştım.

"Keşke" diyorum şimdi, her düştüğünde bir şeyler aklıma not alsaydım. Ama bugünün işini genelde yarınlara emanet etme gibi bir huyum olduğundan, aklıma gelenleri de "unutmayayım" diye kendime tembihleyerek aklımdan uçurdum gitti.

Şimdi işte düşününce;
sesler, kokular, toz, aşırı bir nem, arabalar, halini kabullenmiş, başka bir hayatı merak ederler mi diye düşündüğüm insanlar,
motosikletlerde bir adam, bir kadın, ortalarına sanki yanlışlıkla sıkışmış bandanalı küçücük çekik gözlü çocuklar,
resmi toplantılarda bile korkunç olduğu kadar sevimli gözüken rengarenk batik gömlekler giyen amcalar,
devamlı ama devamlı gülümseyen her yaştan insanlar,
değişik mimikler, dişler, gözler,
meyveler, gece kondular, acayip lüx binalar, köprüler, trafikte su ve yiyecek satan çocuklar, ortada camiler, havuzlar sonra yine gecekondular, gecekonduları renklendiren her balkonda çamaşırlar, mini etekli kızlar
var aklımda.

Bir kaç gecedir rüyalarımda bilmediğim bir ülkede olmamın, uçakları kaçırmamın sonra iskele gibi bir yerde son anda yakalayıp atlamamın nedeni bu kokular, o meyvelerdir özetle.

17 Kasım 2011 Perşembe

öğle sonu


Titriyor sazan balıkları
Suyun altında
Daha altında suyun sacları kesik
Bir kızın yürüyüşü
Gök bulanık ağlarken.

Kırlangıç tarlaya yaşlanmış
Buğday giyinmiş duruyor
Tuğla yüklü bir araba
Geçiyor yoldan
Göğsünde kırlangıcın
Tuğlaların iniltisi.

Öğle sonu yaşlılıktır biraz.


edip cansever

11 Kasım 2011 Cuma

Ama Bugün Neden Gelmedin?


Sevgim, kalbim, aidiyetim uzun zamandır güvende ve sıcacık da olsalar, bana göre kocaman bir miniğin bebek kokusuna sahip de olsam tüm kalbim ve herşeyimle, bir zamanlar ben de aşk acısı çektim sayın blog.

Ben tam bu acının içindeyken kimsenin beni anlamadığını düşünürdüm. Nerden bilinirdi ki benim aşık olduğum insan, yaşadıklarımız, eksik kalanlar...

Bir keresinde çok ağladım, çok dağıldım. Hatta belki en somut aşk acımdı o. Kilolar kaybettim, kahvaltıda cacık yiyebildim sadece. Aç karnına sigaralar içtim. Uyuşturdum kendimi, hep uyumak istedim.

Annem her ne kadar durumuma üzüldüyse de o aralar, "ilerde gülümseyerek hatırlayacaksın bu zamanları" dedi. İyice ağladım. Bu acı, o nefessizlik nasıl gülümsenerek düşünülebilirdi?
Boğazına bir biri oturur insanın o zaman. Nefes alınmaz, bir şeycikten keyif alınmaz ve saçmalanır. Ama bence en anlamlı saçmalamalar...
Ben malum şahsın evinin önünden geçerdim hep gizlice. Uzun bir süre yaptım bunu da ışığı yanar mı diye baktım. Neden ne amaçla şimdi sorulsa söyleyemem ama o zaman içimi rahatlatırdı. Bu kağıt kesiği gibi küçük ama can yakan acının açıklaması olmayan bir sonucu işte...
Yıllar sonra bugün ise gerçekten anımsatıp gülümsetiyor. Ufaktan gurur bile veriyor hatta.

Elbette günler her şeyi hızlıca geçip gittiği gibi bu kalp atışlarını, duruşlarını, gözyaşlarını da solda bir kenarda bırakıyor. Ve bana şu anda geleceğimle ilgili hayaller kurarken, ellerim sıcacık olarak, anımsatıyor.

Şimdi bana aşk acısı güzeldir, anneme hak verebiliyorum. O havalarda sallayıp, sarhoş edip, sabahları erkenden gülücüklerle kaldıran zamanlar, sonra yine havalarda salladıktan sonra yere pat diye bırakır insanı. İnsan sürünür sürünür, biter, gider sonra zaman derler ya hani, insan kalkar birden. Kendi kendine ya da başka biri ile. Ama kalkar. Ve o sürünme faslı neler katar insana. Neler yazdırır, ne cesaretler verir ya da ne utançlar.
Pek de sevmediğim bir ünlü şahsiyetin bir röportajında okumuştum, okumayı, şairleri, şiirleri sevgililerinden ayrıldığında tanımaya başladığını. Her okuduğunda kendini buldukça daha fazla okur da insan sonra kendine kalan o okudukları ve onları yazanlardır.

Ben de şiiri böyle zamanlarda sevdim belki. Lisede sokak lambalarının öksürmesi
ile başlayan sevdam, dedemin kütüphanesinden topladığım nicelerini defterlere tek tek yazmamla devam etti. Hepsi birikti. Sonra bir sürüsü daha. Özene bezene, kurşun kalemle şiir yazdığım defterlerimi de günlüklerim izledi. Keşke devam edebilseydim anıları kayda tutmaya. Her ayrıntısını daha parlak hatırlardım her zamanımın.

Ama kimbilir, insanın hayatına ne sıkıntılar ne kadar düşüncek şey giriyor zamanla. Hangi birini yazsaydım ben artık büyümüşken...

Ne bileyim, böyle yazasım geldi, anılarımı tazeledim sanırım soğuk bir cuma akşamında. Hüzün güzel şey bazen, fona julide özçelik koyup" bugün neden gelmedin?" dinleyip, o kadar hüzünlenecek kadarıyla güzel. Gözünden bir damla da düşerse eğer o vakit, sadece o küçük yaşın gelip geçmesi, gülümseyen dudağa inişe geçmesi kadar güzel.

20 Ekim 2011 Perşembe

çoban yıldızı

bu aralar herkes düşüncelere dalmışken, aslında bu konuda acı çekiyorken düşünüyorum zamanında bir arkadaşımın yorumunu;
ağlayan topraklar değil, insanlardır diye,
topraklar değil insanlar ağlar,
insanlar ağlar...

kavaklıdere sinemasını elimizden çoktan almışlarken...

son senelerde açılan alışveriş merkezlerindeki büyük ve gösterişli sinemalara gitmemeye çalışan biri olarak, canım sıkılınca evimden tunalıya doğru yürüyüş yapıp, kuğulu parktan geçip,kavaklıdereye uğrayıp, film izleyip eve huzurlu dönmüşlüğüm çoktur.

ama kızılırmak ve ankapolü de kapatırlarsa, o yerinde ve eski sinema kokusu, duvarlardaki "bunu izledim, bunu izlemedim " filmleri daha fazla bişi ifade etmezse insanlara, arabayı otoparka parkedip yürüyen merdivenelrden çıkmaya daha çok can atarlarsa kendileri, başka bi şansımız olmayacak sanırım...

kıtırda, ikinci birayı döke döke kafaya diktikten sonra kalabalık cadde üzerinden koştura koştura, sinemanın merdivenlerdinden inip ekranın karşısına oturmak bir tek bana mı mutluluk verici gelmekte acaba?

en çok korktuğum; her gittiğim zaman yerlerinde olduklarını görmeye alıştığım anıları, eski dostları, çocukluğu, liseyi, sonrasını alışkın olduğum yerlerde bulamayacağım..
babamın çankaya sineması deyip anılarını tazelediği hayalet sinema gibi bir şey olacak sanırım kavaklıdere de..

çocukken ilk filmimi izlediğim akün sinemasının hatıralardaki yeri gibi...
yerine alışveriş merkezi yapar, sahte parfümcü falan açarlar herhalde...çok üzüldüm...
biz hatırlamaya zorladıkça kendimizi , mutlu günlerin somut görüntülerini daha da fazla alacakalr mı acaba elimizden?

demişim taa 2007 de...kavaklıdere çoktaan sessizliğe gömüldü. hatta ankapol de..kızılırmak'ın da eski tadı yok...ya da bana yok...

17 Ekim 2011 Pazartesi

"kış gelmişti işte ve biz içeriye çağrılmıştık."

"içimin de dışımın da olmadığı ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı; sanırım 8-9 yaşlarındaydım.
acıyı, neşeyi, kederi henüz ayrıştırmamıştım.
hayattı;yekpareydi, herşey, bir şeydi.

mevsimler birinden öbürüne devrilirken, elimizi arı sokarken, bisikletten düşüp dizlerimizi kanatırken canımıza bir şey olurdu, hissederdim. ama acıya dahil değildi yine bunlar.
hayattı yekpareydi işte.

zaman hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, acı o yekpareliği yitirdiğimizde oluşacaktı.

şimdilik dünya geniş ve ılıktı. biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik."


çok sevdiğim birhan keskin'in bu şiiri tek derdimizin yemekten sonra da dışarı çıkma ihtimali olduğu, ertesi gün tüm kaslarımız ağrıyıncaya kadar sokaklarda koşturduğumuz, özgürlükle yekpare olduğumuz zamanlara gelsin.

Zillere basıp kaçtığımız için kafamızdan su döken teyze, eğer hala buralardaysa bizi anımsasın mesela. Ya da kavga edelim haftasonu pikniğimizi hangi apartmanın önünde yapacağımızla ilgili.
Her gün tüm sakız paralarını birleştirip ucu ucuna denkleştirip aldığımız ama kimsenin annesinin dolaba almadığı ve dolayısıyla ağaç buzdolabımızdan her gün kaybolan kedi mamalarını anımsasın, gözümüze kestirdiğimiz kediler, tüm arkadaşlarım, bu dünyadakiler ve diğerleri.
Yakan toplar kovalasın ki bizi en azından rüyalarımzda ve hatıralarımızda; dizlerimiz yırtık, içimiz rahat olsun.
Gelgitleri sevmiyorum. Eski olan herşeyi değişen zamanıma uydurmayı çalışmayı da. Beceremiyorum da sanırım. Tökezliyorum. O zaman da otomatikmen geleceğe dair korkuyla ve bükük adım atıyorum.
Ankara ise yağmurlu bir süredir. Etraf koyu yeşil. En çok Şimşek Sokağın yapraklarından ve odamın önündeki çıplaklaşmaya başlayan ağacı görünce anlıyorum kışın iyice yaklaştığını. Bir de kokusu var etrafın. Hep ıslak hep koyu bir koku. Nerde olsam burası bizim sokağın sonbahar kokusu diyebilecek gibiyim.
Haftasonu da İstanbul'da bir dakika durmayan yağmurda tazelemeye çalıştık geçmişi. Sonra bir pazar kahvaltısında geçti zaman. Aradan bir yerden gördüm uzun bir deniz, üzerinde bir köprü ve yanlarda koyu yeşiller, ıslak duvarlı koyu kahverengili binalar. ama gri değil. Bir bilgisayar programında, parlak bir manzaranın rengi buğulu renkler opsiyonu ile koyultulmuş gibiydi.
İstanbul'a daha mı çok yakışıyor sonbahar ve yağmur yoksa sevdiğim Ankara'dan mı uzaklaştım bilemedim.
Spora gidiyorum o yüzden ve beklenenin aksine seviyorum. Orda küçük bir fare gibi koşturup durdukça eksilip hafifliyormuşum gibi geliyor. (neden ve neyle dolu olduğumu bilmiyorum oysa)
Bilmiyorum havanın etkisi mi bu üzerimdeki. Gamlı Baykuş volume 105 olunca, yazasım geliyor herhalde.
İş de yok çok fazla, ama yetişemediğim bir çok şey var, o zaman öyle kalsın dediğim sonra da vicdan azabı olarak biriktirdiğim.
Oysa hayallerim devam etsin isterim.
Hareket isterim.

8 Eylül 2011 Perşembe

Huhu?

artık aylardan sonbahar...uzun zamandır tatile sokmuşum buraları. şimdi ise yarın için yazmam gereken bir rapor için bir cümle bile kuramayıp burada buluyorum kendimi.
neler neler değişti mesela...Dün yılbaşı imiş, bugün sonbahar gelmiş.
Bir sürü insan gelmiş geçmiş.
Geçen hafta bayram vesilesi ile durdum biraz. Dururken deniz gördüm, balık gördüm, rakı gördüm, dans edip sarhoşluk da gördüm. Sonra yeniden koşturmaca. Acaba bir sonraki yazımda yeniden yazı mı geçireceğim bilemedim.
Kafamda o kadar fazla yapılması gereken şey, aranması, sorulması gereken insan var ki...Bir insan neden devamlı düşünür de atraksiyona geçemez ben anlamıyordum lakin şimdi biraz çakmaya başladım.
Koşturmadan sonra durup oje süremiyorum tırnaklarıma. Ama oje hep aklımda ve ojenin rengi de. Böyle saçma bir şey işte.
Yazamıyorum evet.
Oje gibi bir şey işte...Aklımda neler var da yazamıyorum. Atraksiyona geçemiyorum. Suskun bir insanım ben hep öyle oldum. Bazen iyi oldu bazen kötü.
Daha az sustuğumu hissediyorum bazen de insan değişir mi acaba diyorum. İki sene sonra daha da mı az düşünüp daha fazla mı konuşacağım acaba bilemiyorum.
Biraz cadı olabilsem o zaman mesela. Ya da biraz daha benle alakalı bişiler düşünebilsem. Ya da en sevdiklerimi geçtim herhangi bir insanı daha az düşünebilsem...
Size de oluyor mu? Eskisinden daha az hayal kurar denir ya büyüdükçe insan...Hani gerçekleşmiyor nasılsa falan o hikaye...Umudunu tüketme cümlecikleri...Gittikçe daha az mı hikaye yazılır oraya buraya ya da kafaya bu durumda? Hayal kurmadan yazılamaz ki...
Bakın ben yarın sabaha hazır olması gereken yazımın bir cümlesini yazamadım hala.
Her şey fazla sıradan. Bir o kadar da karışık. Karışık oldu mu daha da zorlaşıyor. Sıradan oldu mu da dokunup değiştiremiyorsunuz, tozlanmasın diye yerinden oynatılmayan masa üstü biblocuklar gibi her halde...
Yeni çok insan tanıdım biliyor musunuz? Hiç biri Adliyedeki amcalar gibi değil belki...İnsanlar fazlalaştıkça idare etmeyi öğreniyor insan. Alışmayı ve ayıplamamayı.
Ben kimim ki ayıplayayım aslında değil mi? O zaman ayıplamadığıma göre ben de büyüyorum. Ama yaşımı çoğu zaman bir yaş küçük söylüyorum.
Benden değil de çevremden korkuyorum.ölümden en çok.
çok karışıyor her şey git gide..ya da daha çok basitleşiyor.
Hala bir cümle yazamadım.ders çalışmamak için cam silmek istemek gibi...
Bu kadar karıştırmamak lazım . İnsanları da bu kadar çoğaltmamak...Ebe sayısı çok olursa bebek kör olur demişler. Sevdim bunu.
Hoş geldim sanırım?