26 Aralık 2010 Pazar

mutlu yıllar!

dün akşam değişik bir akşamdı...yokuş aşağı istemsiz koştuğum, gözyaşlarından hız aldığım can sıkıcı hareketlerim olan..
bazen böyle deşarj olmalı insan belki ama artık büyüdüğümü düşündükçe ayıp tü kaka gibi geliyor..sonunda düzgün davranamıycaksan içmeyeceksin kardeşim. birikenler bir bir döküldü işte arjantinden tunalıya.

Yeni bir yıl daha geliyor.. 2010 un son sıkıcı pazar akşamını yaşıyoruz. Eskiden duyduğumuz heyecanla şimdinin vurdumduymazlığını karşılaştırmak istemiyorum fazla. Konsept olarak değişiyor tabi ki yapılanlar ve bekleme amacımız.

Dedemin masa örtüsü ile noel baba kılığında elinde kocaman bir file içinde hediyelerle girdiği salondaki kahkaha kalabalığından zamanla dışarlarmış, evmiş, pazar yeriymiş konseptlerine döndük..Bu sene de sakin geçer herhalde ama hala hediye geleneğini azıcık da olsa bir hareket değişiklik ve mutluluk için korumayı isteyenlerdenim.

Seneler geçiyor da hızlıca ben şahsen elimle tutamıyorum zamanı..

Daha yeni karıştırmaya başlayabildiğim bir Tuğbacım hediyesi can yücel kitabından sonra geldi mesela bunlar aklıma.

Bu günler veya geçtiğimiz günler için yeşilmiştik ya, ilerde hatırlamak için..

bir çift yaprakmış dalında yumuşacık,
tutmuşum, tutmuşum ellerinden senin;
düşmüşüz yavaşça, bir sakin derenin
içindeymişik, yeşilmişik, sazmışık..

muhtemelen yazamam 2011 e kadar...

okuyan herkeslere selam olsun, yeni, musmutlu yıllar olsun...Sevdiklerimizle, bu günün değerini bilerek, anımsayarak, anımsayacak olmanın mutluluğuyla...

Ben biraz daha mutlu olmayı ve sabretmeyi öğreneyim mesela, çaba göstermeyi de..sonra sevdiklerim hep benle olsun, herkes sağlıklı olsun, sonra anlayış olsun, toplantılar, buluşmalar, seramik planları, güzel işler, bitmiş masterlar...

13 Kasım 2010 Cumartesi

bir mesai yazısı

Yaptığım işten çok hoşlandığım söylenemez. Ancak içeriğindeki insanlardan (çalışma arkadaşlarımdan bahsetmiyorum) kendime minik kahramanlar oluşturmuş durumdayım. Bu duruma şaşırıyorum, kısa sürede başardığım için...

Yer gereği, icra memurları ile haşır neşir olmamız gerekiyor. Hani evlere gidip, televizyonu, buzdolabını toplayanlar var ya, işte onlar...Onların bu acılı görevi yerine getirmeleri yanında Adliye içerisinde devamlı koşturma görevleri de bulunmakta.
Bazılarına kanım uzaktan da olsa, muhabbetimiz günaydın, teşekkürler ve iyi akşamlardan öteye geçmese de ısındı.

Akşama doğru bizden onlara vermemiz gereken belgeleri beklerken koltukta uyuya kalan, düşen kafasını devamlı kaldırmaya çalışıp tekrar tutamayan kısa boylu amcayı çok seviyor ve bu yaşta bu kadar koşturduğu için üzülüyorum mesela. Bir yandan elimde paket lastiğini çevirirken yanlışlıkla kendisine fırlattığım lastiği gülümseyerek geri verirken yüzümün kızarıklığının iyice artmasını sağlayan müdür beye de ayrı bir sempati ve saygım var.
Hep gülümseyerek gelen topuzlu teyze mesela...Bir de Erzurumlu olduğunu düşündüğüm ama Kırıkkaleli çıkan inanılmaz çalışkan ve işini seven amca..

Çalışmaya devam etmek, mecbur olmanın yanında da önemli bir şey sanırım.
Bir yandan insan, tanımadığı insanlar da olsa, gülümseyen insanlarla karşılaşınca mutlu oluyor.Muhtemelen aynı şeyin tam tersini onlar da bana söylüyorlardır içlerinden. Hayır ama içimden gelirse (ve içimden gelene) ne kadar sempatik oluyorum anlatamam. Hatta bazen tam olarak ben de anlayamıyorum.

Ve şimdi gelen uzun bayram tatili için tabiiikkii ben de çok seviniyorum.(her ne kadar ders çalışarak geçecek olsa da...)
Yakınımdakiler bir rahat etsin diye seviniyorum ilk başta, ama bu icra amca ve teyzeler için de sevinirken çalışmıyorlar sonunda bare dinlensinler diye mutlu oluyorum.
Yani bugün tam bunu düşünürken yakaladım kendimi evet. Hayat kimseye adil koşullarda pasta dağıtmıyor malesef. Elimizde olanla hep mutlu olmayı her zaman becerebilsek keşke diye vurucu ve mesaj kaygılı cümlemi buradan sizinle paylaşırken, gitsem mi acaba, ben neredeyim, ne yapıyorum "başka türlü bir şey benim istediğim" melodili blog yazımı paylaşmaktan kendimi men ediyorum.

Burada çalışıyor olmanın beni devamlı ortaokul ve lise yıllarına götürdüğünden, bazen çıkışta veya öğlen arasında İzmir caddesine doğru yürürken, en çok o trafik ışıklarında beklerken gülümsediğimi farketmemden de çok hoşlandığımdan, Meram Pastanesinden bir başka yazıda bahsetmeyi kendime bir borç bilirim.


29 Ekim 2010 Cuma

eşik, keder

izin vermiyor içimdeki eşik
onca yol tarif ettim, şimdi bilmiyorum
araf mı dumrul mu geçemediğim

yürüyüp geçsem içim duracak sanki
dursam kederimden öleceğim

M.Mungan

17 Ekim 2010 Pazar

bişiler bişiler

bugün pazar ya, beni güneşe çıkaramadılar, güneş çıkmış, yumuşak bir hava...ben içerdeyim.

evde makalelere gömülmek zorundayım...hayat birden ne kadar hızlandı anlatamam...
bu hız bir yandan iyi, bir yandan da benim gibi zaman takıntısı olan ve geçmişle yaşayan biri için biraz fazla...
hiç içinde olmak istemediğim bir mesleğin en göbeğindeyim artık...düşünmeden bir sürü sayılarla, paralarla boğuşup zamanın daha çok istediğim bir mevkiye konuşlanmasını bekliyorum..
Yurt dışı hayallerimi korumak istiyorum...

Bir yandan yakın arkadaşlarım teker teker evlerinin kadını oluyorlar..
O kadar çeşitli ilişkiler, hayaller, ağlamalar, mutluluklardan sonra, bu tür genç kızlık vesveselerine son verip o beyaz gelinlik içerisinde son adama evet deyip bizim aklı havada kız modundan çıkıveriyorlar..
Yalan söylemeyeyim, zorla bize de hayaller kurdurtturuyorlar, birden kendimi acaba ilk dans şarkımız ne olsa diye düşünürken buluyorum.

Garip duygular bunlar...Bir daha eskisi gibi olmayacak hissi..Eski zamanları daha çok düşünme...

O kadar büyümedik daha isyanı...
Bunun yanında benim gibi kuaför beceriksizi için "ne giyeceğim ki bu sefer?" düşünceleri arasında iyice zorlaşıyor durum...

Sonra ayrı bir sabaha uyanıp seviniliyor ama işte, uzaktakilerle düğün vesileleriyle görüşülüp, koklaşılıp, var oldukları için mutlu oluyor insan...

öyle işte...arada da olsa burayla bişiler paylaşmak güzel yahu...

Şimdi şikayet ettiğim ama bana bir sürü şey katan ve aslında benim bir hayatım olduğunu da anımsatan makalelerime dönüp daha güzel şeylerin olmasını hayal edeceğim için mutluyum...




25 Ağustos 2010 Çarşamba

Günler benden habersiz geçiyor, herkes bana sormadan gidiyor.
Benim kirpiklerim hala turuncu güneş tam batarken. Yani etraf turuncu olmasa manası yok gün batımının.
Rüzgar dinerken geceye doğru, gün için umudum; kızılı gökyüzünün.

Özledim dalga sesleri!
Biraz kısarsan köpüklerini, yıllara selam göndereceğim. Bir de bugünün kekik kokusunu.
Duyuyorlarsa beni, büyüdüm artık. Öyle bir ciddiyetle yazıyorum işte bunu.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

1-2-3- arrtma


Karmaşık olan kafamın bu günlerde mevcut bir huzur, dinginlik ve farklılıklarla daha da karışma aşamasında olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yılların ilerlemesiyle gelen belirsizlikler, öncelikler, yeni kişiler, yeni hayatlar buranın verdiği huzurla daha önce bu kadar ön plana çıkmamıştı düşüncelerimde.

Her anını, burayı ve geçmişi hissederek geçirmeye çalıştığım bu Bodrum tatili aslında buraya ait hayatımı ne kadar da özlediğimi hatırlattı bana.

Şu anda farklılaşan hayatlarımızdan dolayı, sitede benden başka kimse yok bizim tayfadan. Ama aslında her yerdeler.

Bunu ilk fark edişim, geldiğimiz ilk sabah aileyle Körfez Pastanesi’ne uğrayışımızla oldu. Filmlerde olur ya herkes gider birden etraftaki ve sadece anılardakiler olur sahnede. Benim de sabaha karşı sıcak poğaça ayranla ayılmaya çalışıyor olmamız geldi aklıma. Ya da bunun için çabalayan tek ben olabilirim o sabah evet.

Yanlış hatırlamıyorsam, hortumla yıkanma icadı da o sabah ayrandan sonra gerçekleşmişti. Hatta, barlar sokağındaki trafik kazası ve şiş bir alınla uyanmış olmam da…

Şu anda “aayy ne ayıpmış” gelen sahneler, aslında ne kadar da güzel zamanlarmış…

Bir süre toplu halde yaşadığımız bu evde de o kadar çok anı var ki…Annemin “bu ne” diye çekmeceden bulduğu mohito aleti mesela…tahta hani..adını söyleyemeyeceğim ama o bile ne kadar mutlu edip tam o akşama götürdü beni anlatamam.

Dün ve bugün yürüyüş yaptım. Evet yıllardır ilk defa bunu iki gün üst üste gerçekleştirdim. İlk yürüyüşüm Oğul yokuşu, klasik palyaço “o” yokuşu idi..Bu yürüyüşü gerçekleştirmeye gece 22.00 gibi başlamış olmama rağmen, sadece karşıma çıkan bir palyaço düşünüp gülümsedim. Korktuğum sadece köpeklerdi… Oysa ne senaryolarımız, ne hikayelerimiz ve yokuş aşağı ne deparlarımız vardı orda. Bir keresinde de yıldızları izlemiştik oturup en karanlık yer diye. En çok yıldız burada kaydı hayatımda. İlkini burada görüp burada dilek tuttum. Kimi gerçekleşmedi..Düşündüm de spesifik olanların hiç biri gerçekleşmemiş…Ama en güzel yıldızlar burada hala..En güzel gün batımı da.

Farklı hayatlarımız taa ilkokuldan beri burada kesişiyor her yaz, ortalama bir ay..Ya da dili geçmiş zaman…Aynı oluyoruz burada. “ Devam” için farklı yerler beklediğinden bizi, fazlasıyla çıkarsız aslında…

İlk kavga ettiğim insanın yıllar içinde en yakın arkadaşlarımdan biri olması, hala kavga etme potansiyelim olan insanın da karşılıklı naz etme eylemimizin bilincinde olduğunu bilmem şu anda beni gülümsetiyor.

Şimdi, mutlu oluyorum, ailem, sağlık, mutluluk, telefonun öbür ucunda canım sevgili…Ama işte iskelede yürürken eksik bir şeyler.. Denizdeyken, adaya tek başına yüzmeye korkarken de..Ufuk olmadan güvenemem ki denize.

Burası her şekilde güzel. Köşe başında oturan beyazlı teyzenin gecenin bir yarısında bizi altımıza ettirmesinin anısıyla güzel. O çocukluk güzel işte..Ulan ne şapşalmışız derken ne kadar da güzelmiş diye düşünmek çok güzel…

Arıtmadan, sarhoş olup yerlerde sürünüp, acayip gözyaşlarına, “burası çorbacı mı” dan, “burada yer var istersene” kadar..Oooo daha bir sürü…Çok yalın ve çok geyik belki ama klasik yazlık yıllarının en güzel yeri burası. Büyüdükçe yazlık olayı ne kadar saçma gelse de, ileride çocuklarımın da her yaz böyle arkadaşlıkları olmasını isterim aslında.

Bu siteden de dışarıya taşıyacağı arkadaşlıkları…

Sizi çok özlediğimi buradan haykırarak bağırıyorum. Çok arıyorum, çok anıyorum. Yalıkavağın her köşesindesiniz yahu. Her köşesini gezmek istedim ki daha çok şeyi hatırlayabileyim.

Burası sizsiz eksik..

Evlenmiş olup, fazlasıyla büyümüş olabilirsiniz, işler kurmuş, ödüller almış…

Hayat başka hayatlar kurmuş olabilir sizlere..bizlere..ama adım gibi eminim ki o sahilde aynı dağınıklıkla yer işgal edip, bahçenin çimlerinde aynı salaklıkla yuvarlanabiliriz bir aradayken..Gece inip aynı köşeye saklanırız, en sağa…

Artık evliliklerden, çoluktan çocuktan, işten, hedeflerden konuşuyor olabiliriz ama bıkmadan usanmadan aynı sahneleri en ince ayrıntısıyla anlatıp karnımız ağrır gülmekten yine.

Öyle işte..Bu da buranın yıllarına, size olsun içimden geçen. Bir dahakine daha duygusal olabilirim.

Bekliyorum en yakın zamanda..sabahlamaya...battaniyenizi, yastığınızı alın gelin, hepiiniiiizzzzz!!

Seviyorum sizi…

22 Temmuz 2010 Perşembe

Time never dies and the circle is not round

Saat sabahın 6sı. Hayır yeni uyanmadım. Sınav gecesi beni yoklayan uykusuzluk bu sefer de bursa ziyareti heyecanından(!) olsa gerek yeniden teşrif etti.
Sebebini buldum, bir konu hakkında o gün fazla düşünürsem gecesinde uyuyamıyorum.
Her neyse...

Ben geceyi daha çok severim aslında. Sabahın koşturan sessizliğine gecenin yorgun ve dingin sessizliğini tercih ederim.
Ama bu sabah haliyle dinledim dışardaki serinliği...Kuşlar ötmeye başladı..Birazdan bizim cik cik de başlar avazı çıktığı kadar bağırmaya.

Bağırsağı dışarı çıkarak ölen ilk ve tek elle tutulur hayvanım, adının kurbanı hamsterim; pırtlak'dan sonra hayvan sevgisi aşılanmam gereken yaşı çoktan geçmiş olup, kafesin içine tıkılan hayvan haklarını savunma yaşıma gelmiş de olsam, yine de sarı kanaryamızı çok seviyorum. Aslında babam dışında hepimiz çok seviyoruz. Babam da, cik cik ortalığa çer çöp döktüğünden ilk başlardaki sempatisini kaybetmiş bulunmakta kendisine.

Neyse, asıl bu hayvan konusuna yusufcuk diye bağıran anne kuştan geldim. Yani annem beni öyle kandırmış zamanında. Ama düşününce gülümsedim. Yuu suuuff ccuuk diye her sabah yavrusunu arayan bir anne kuşcuk uzun zaman hüzünlendirmişti beni. Ekşi sözlükte de başka bir hikaye buldum. güvercine dönüşen bir yusufcuk ablası;

" derler ki eskiden güvercinler insanmış. bir gün annesi küçük yusufu ablasına emanet edip evden ayrılmış. abla kardeş dolaşırlarken, kızın dalgın bir anına gelmiş ve küçük yusuf ormanda kaybolmuş. abla, küçük kardeşi için meraktan ölmüş, aramış, taramış, bağırmış çağırmış... yok. kızcağız annesine ne diyeceğini düşünmüş, işin içinden çıkamamış. allaha yalvarmış, allahım kardeşimi daha iyi aramanın bir yolunu göster bana demiş. bu sözleri söyler söylemez bir güvercin e dönüşmüş. o gün bugündür bütün güvercinler kayıp kardeşi ararmış: yuuu suuuf cuk yuuu suuf cuk diye.."

Küçükken anlatılan ve aklımda kalan hikayeleri seviyorum. Anılar gibi anlatanlar ve anlattıkları yeriyle zamanıyla sonsuz çünkü. Hep aynı şekilde hatırlanacak ve aynı duyguyu uyandıracak.

Filmden bahsetmek hiç aklımda yoktu ama "before the rain" izledim bugün yıllar sonra yeniden...O zaman bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. Aynı toprakların bir başka kanlı hikayesi...Arnavutu, Makedonu..Ama aslında aynı zamanda dünyanın her tarafında ayrı paylaşamamazlık, yok yere ölen ayrı bir sürü insan. Yağmurdan önce ya da sonra...Barışın bir istisna olduğunu bağıran ve haklı mı acaba dedirten cümle de geçiyor filmde ama asıl her tarafından bağıran başka bir adet var;

"Zaman asla tükenmez, çember yuvarlak değildir."

Hayat kendini durmadan tekrar eder. Dolayısıyla insan da...İyisiyle kötüsüyle...Yusufcuğuyla, anımsattıklarıyla...


    Beyaz Astralı Prens ve Gri Kukuletalı Kız

    Aşağıdaki hikaye "Can"ım'dan bana birinci sene hediyesi idi..En güzel hediyesi...Uzun zaman geçti ama paylaşmak istedim burdan bazı özel şeyleri çıkararak..Bakalım kimlere tanıdık gelecek:)

    Sen de biliyorsun değil mi?


    Zamanin birinde Angara cografyasi kucuk kucuk kralliklara bolunmus, bu kralliklar arasindaki savaslar, diplomatik oyunlar ve ic cekismeler yuzunenden kotu gunler gecirmekteymis, bu hikaye o zamanlarda bu cografyada yasanmis en destansi ask hikayesini anlatiyor...

    Primavera; Askerler ve İksircilerden olusan bir ailenin buyuk prensesiydi. Ailesinden farkli olarak onun ilgisini Angaradaki kralliklar arasi iliskiler ve bunlari duzeltmeye yoneltmisti. Kalbinin altin kadar saf ruhunun su kadar berrak olmasi ona bu sorunlarin cozulebilecegi umudunu veriyordu.

    Bu kucuk prensesi ayiran baska bir nokta ise dillere destan guzelligi ve diger prenseslerden farkli olark tac takmak yerine gri bir kukuleta takmasiydi,Gunun birinde haberi oldugu AGVK (Angara Genc Veliath Konseyi)’ye gitti bu kurum adindan da anlasilacagi gibi genc prens ve prenslerin gelecekte baris icinde birlesmis Angara hayali uzerine gorusmeler yaptigi bir veliath konseyiydi.

    Canbu Han, Angarinin fakir ama inancli bir bolgesinde hukumranlik suren Fountain ailesinin tek veliahti idi, En bilinen ozelligi eski angaralilar gibi esmer teni ve cekik gozleri ve gencler arasinda cok yaygin olan oyunlara olan ilgisiydi, kendisini ailesinin destegi ile ilime adayan prens, yasi ilerledikce devlet meselelerine ilgi duymaya ve bu sebeple gezmeye basladi, gezintilerinde babasinin kadim ati Beyaz Astra ona eslik ve yoldaslik ediyordu. Guzel primevera AGVK’ya gelmeden cok once orda bulunuyor ancak bu konseyin islevini yitirdigine dusunuyordu, ancak orda bulunan idealist veliathlara yardim etmek ve eski dostlari gormek icin arada sirada ugruyordu.

    Kaderin cilvesidir ki Canbu Han yeni veliahtlarin katilimi icin yapilan baloya davet edilmis, kadim dostu Mosyo Cem ile katilim gostermisti, Mosyo Cem AGVK’da ayni olumsuzluklari gormesine ragmen hala konseye inanan idealist bir prensti. Konsey tanitimi sirasinda gordu Canbu Han primevera’yi ici isindi bir an, primevera guzelliginden gelen cekingenligi ile diger yakin prenses arkadaslari ile gelmis onlarla oturmakta idi, o grubu Canbu Han’a gosteren uslanmaz romantik Mosyo Cem’di. Ama Mosyo Cem’in bir cumlesi uzdu Canbu Han’i, “Su grubu goruyor musun? Prenses Zeyna’yi cok begendim” sonra Canbu Han sordu “Hangisi Prenses Zeyna?” ve Mosyo Cem “ İste aralarindaki en guzel olan” o anda primeveraya tekrar bakip ic gecirdi Canbu Han ama nerden bilsin ki Mosyo Cem’in baska bir prensesten bahsettigini, sonra sonra primeveraya birkac kez zeyna dedikten sonra farketti hatasini ve o sicaklik geri dondu kalbine.

    Sonra hayaller kurmalar, Mosyo Cem’in araciligi ile daha yakin olmaya calismalar derken birgun kotu bir haber aldi; Primevera’nin gonlu Muzisyenler Kralinin oglu Dedecan’daydi, icinde dusunup tasinip ailesinin ve halkinin orf adetlerine uygun olacak sekilde kalbine gomdu sevgisini ve uzaktan izlemeye basladi primevera’yi. Baskalari gordu mu bilinmez primevera’da bir damla vardi inci gibi parlak tam sol gozunde; sanki bir gozyasi damlasi gibi uzaktan arada parlardi.

    Bu sirada Mosyo Cem’de kalbini fena halde Prenses Zeyna’ya kaptirmis devlet meselelerinden uzaklasmis durumdaydi ancak Prenses Zeyna Mosyo Cem’in askina karsilik verememisti, Mosyo Cem ile Prenses Zeyna arasindaki bu gelgitler sebebiyle primevera ve Canbu Han gorusme imkani buluyorlardi, Canbu Han’in kalbi sevgisini hapsedip icinde tutmaya calisirken bir haber geldi ajanlarindan, Primevera ile Dedecan ayrilmislardi. Hem uzuldu hem sevindi, Konusmaliyim primevera ile hislerimi anlatmaliyim derken bir haber geldi ulke sinirlarindan, Erzirik kralinin ulkelerine savas ilan ettigi ve kapilarinda bir tehlike oldugu. Bir an dondu kaldi Canbu Han cunku ulkesi icin orda bulunmasi zorunlu bir gorevdi.

    Ama dayanamadi, hem hislerini hem bu gelismeleri soylemekten korktugu icin Primevera’ya ozel bir elci araciligi ile bir mektup yolladi, herseyi birbir tum acikligi ile anlatti.

    Mektubu okuyan Primevera’nin kafasi cok karisikti bir yanda AGVK isleri bir yanda DedeCan bir yanda da Canbu Han’in haberi olmadigi cocukluk aski NikteSan ama o da bir garip oldu, Canbu Han’i bu mektubu konusmak uzere kendi ulkesinin guzide bir meyve Bahcesi olan La Natura’ya davet etti basbasa yedikleri gergin yemekte Canbu Han hislerini, Primevera’da cekincelerini anlatti. Canbu Han o an hislerinin karsiliksiz oldugunu hissetti ama yilmayacagini bilecek kadar kendini iyi taniyordu.

    Savas patlak verene kadar ara sira orda burda karsilasip durdular ama gerginlerdi acaba sorusu geciyordu kafalarindan bir yandan da daha cok taniyorlar birbirlerini ve yakinlasiyorlardi ve savas patlak verdi...

    Primevera’nin ne kadar iyi kalpli ve dusunceli oldugunu daha iyi anladi Canbu Han, cunku o kan vahsetin arasinda yuzunu gulduren Primevera’nin ak guvercini ile yolladigi kisa notlar ve ondan gelen guzel mektuplardi, Bir yanda da Primevera AGVK’da ust duzey gorevlerde yer alip ulkenin kucuk mecralarindaki talebelere Angara’nin bir olmasinin ne kadar onemli oldugunu anlatan konusmalar yapilan Konsey gezisinin Krallara ve onemli kisilere tanitimlari ile ilgililendi ve bu geziden sonra Ust Yonetim Konseyine secilerek calismaya basladi. Bir yandan da karisik kafasi dogumgunu balosunda yollanan pembe beyaz erzirik cucekleri ile daha cok karisiyordu ve icten ice o da Canbu Handan hoslanmaya basliyordu.

    Savas bitmis Canbu Han ulkesine donmustu ama savas Canbu Han’da derin yaralar birakmis, kalbi iyilesemeyecek sekilde yaralanmisti. Halkindan ve Erziriklilarin olumleri yasanan aci olaylar ve askerlik disiplini onu garip bir ruh haline sokmustu, her ne kadar kendi inkar etsede o neseli o sevgi dolu Canbu Han gidip yerine farkli biri gelmisti. Bunu ilk farkeden Primevera oldu cunku kafasi karisan kalbi yaralanan Canbu Han icinde hapsolmus olan sevgiyide disari cikaramiyor primeverayi hareketleri ile uzuyordu ve bu kargasa icinde kendini toplarlamayi umarak bir geziye cikmaya karar verdi ulkesini dostlarini ve primeveraya olan sevgisini arkasinda birakarak tum bunlardan kacti, kadim dostu Kemal the 2nd ile at arabalari ureten bir ulkeye gidip yerlesti ama hersey umdugu gibi olmadi, kalbi acimaya sevgisi disari tasmaya basladi surekli haberler almak icin Mosyo Cem ile gorusup arada sirada ulkesini ziyaret ediyor, AGVK’nin partilerine katilip Primevera’yi gormeyi umut ediyordu, Primevera’da ayni sekilde ara sira guvercini ile mesajlar yollayip onun iyi olup olmadigini takip ediyor bir yandan da bu aptal prense kiziyordu.

    Kavgalar, aglamalar, uzulmeler derken bir mucize oldu ama guzel bir mucize degil belki de, At arabasi uretimi durdu, Canbu Han’in annesi devasi olmayan bir hastaliga yakalandi ve Canbu Han Angara’ya dondu ve kalbindeki aciyi hafifletir umuduyla ilk bunu Primevera’ya haber etti. Primevera’nin kafasi karisti bir yandan Canbu Han icin uzulurken bir yandan da onu hayatindan cikarmak kendini daha fazla uzmemek istiyordu, ama o da bunun bir mucize olduguna inandi ve guzel seyler olmaya basladi, temiz kalpli guzel once ona Kralice Muzo tedavi ararken destek oldu sonra yeni bir ugras bulabilmesi icin onu itekledi, artik biliyordu Canbu Han Primevera’yi gonulden seviyordu ama ne guzel oldugu icin ne de prenses oldugundan cunku hayatinin kisindan ciktiginda onun bahari oldugunu farketti.

    Yusuf Han’in devr-i alem planindan onceki ugurlama gecesinde, Aybela Prensesin verdigi davette sarildilar birbirlerine, Primevera asik degildi belki Canbu Han’a ama seviyordu tum bu yasadiklarindan sonra kafasi karisik olsa da iyi hissediyordu. O gunden sonra yavas yavas daha yakin olmaya birbirlerini siki siki darmaya basladirlar, Primevera’nin uzaklara olan seyahatinde haberlestiler.

    Tigba ve ibru Sultanların malikanesinde Yusuf Han olsun, BobMarley Efendi olsun, Toygar Han olsun, Primevera dertlesmisti hepsiyle zamanında, ortak etmisti sevdasına. Artık herkes durumdan bahtiyar bulunuyordu, gelecegin kendilerine ne getirecegini bilemeden...

    Aradan gunler aylar gecti Buyuk imparatorluk Konstantinapole Hamit Pasanin dugunune gittiler, ilk kez birlikte seyahat ettiler yanlarinda dostlari ile, sonra tekrar ettiler ara ara seyahatlerine Datcalar ve daha bircoklari...

    Hersey guzel olmaya basladi giderek Primevera Asik degilim derken asik olmaya basladi Canbu Han’a giderek aralarindaki bag kuvvetlendi kuvvetlendi, Canbu Han biliyordu artik tum hayatini Primevera ile gecirecegini ama bu urkek kusu korkutmakta istemiyordu, ama engeller vardi kralliklarda isler ve sorumluluklar,

    Primevera calismak icin bir konu secmeye ugrasiyor ancak onun istedigi gorevler tutulmus oluyor ya da istemedikleri karsisina cikiyordu, Canbu Han’in ulkesi silah ihtiyacini karsilamak icin bir fabrika kurdu ve Canbu Han buranin islerini istemeye istemeye idare etmek zorunda kaldi.

    Primevera ise Hasta insanlara yardim etmeye adayan bir yeri isletti ancak bu isler yogunluklar yapmayi istemedikleri seyleri yapiyor olmak onlari mutsuz etmeye basladi, Canbu Han primevera ile daha rahat olmak bu devlet meseleleri ile cok ugrasmamaktan ufakta olsa bir ev bulup kraliyet islerinden uzaklasmak icin cabalamaktan bahsediyordu, Primevera korkuyordu, gelecekten ve zorluklardan ama karar verip bir yola baskoydu.

    Gunler aylar yillar gecti, Ruya gibi bir dugunle evlendi bu iki genc veliath. Güller Kraliçesinin baktığı yüzüklü fallar doğru çıktı, ufak bir satoda, defne ve deniz isimli iki cocuklari ile mutlu ve beraber uzun bir omur surduler. Yaslanip disleri dokuldugunde bile isiriyordu primevera Canbu Han’i ve Canbu Han hale koca popolu yamuk burunlu diye dalga gecip kucuk parmagini burnuna sokmaya calisiyordu primevera’nin.

    18 Temmuz 2010 Pazar

    yeni başlangıçlar için en güzel zamanlardayım sanırım. bol bol spor, kitap, film..hayata objektif bakabilmemi sağlayacak önceliklerimden olacak.
    geçmişi aramak ise öncelikli problemlerimden...bundan da vazgeçmek gerek.
    ve her şeyi kabullenip sabır eylemek.

    ve huzur bulacağım müziklere geri dönmek.


    28 Mayıs 2010 Cuma

    Bütün iyi kitapların sonunda
    bütün gündüzlerin,
    bütün gecelerin sonunda
    meltemi senden esen
    soluğu sende olan,
    yeni bir başlangıç vardır..

    Parmağını sürsen elmaya,
    rengini anlarsın..
    Gözünle görsen elmayı,
    sesini duyarsın...
    Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır.
    Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.

    Nedensiz bir çocuk ağlaması bile,
    çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır...

    Edip Cansever

    30 Nisan 2010 Cuma

    hep böyle bebek hep böyleee

    leylaklar açmış gördün mü?
    dallardan bahar inmiş duydun mu?
    karanlıklar içinde bir ışık var
    mor mor mor leylaklarr...

    bugün kendimi sokakta yürürken şarkı söyleyip ıslık çalarken yakaladımm.
    kuşa böceğe sevinen, salyangozlara gülümseyip, odtünün yeşil kokusunu içime çeken bir halim vardı.
    leylaklara zaten bayılırım...bugün beyazını da görünce iyice bayıldım...hatta küçükken seke seke giderdik ya şarkı söyleyerek...işte öyle bir tip yürüdü bugün şimşek sokakta...hiç itiraz etmeden bakkala sadece sarımsak almak için giderken.

    21 Nisan 2010 Çarşamba

    ve ipek ve aşk ve alev


    sana böyle akmaktan çok korktuğum için
    oldu her şey.
    şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni.

    ...dünya çok üzücü bir yerdi, savaş filmlerini ve
    samurayları eskisi gibi sevmiyordum.. bir boşluktan
    aşağı mı bırakıyordum kendimi.. teller tenimi çizip
    canımı mı yakıyordu.. mutsuzluğuma mı alışıyordum
    seni severken.. yoksa kan kaybından mı ölüyordum..
    daha fazla parçalanacak parçam yoktu...

    neyse,
    sevgilim telefonun öbür ucunda ruffles yiyordu.

    ben meleğimin kanatlarını kırdım,
    ordan geliyorum. siz yine ikiz bardakları
    kırmayın. bir deliydim, elementlerin de ruhları
    olduğuna inanıyordum,

    aklıma suyun intiharı geliyordu hep,
    şelale deyince,
    divaneliği söylüyordum.

    sana böyle akmaktan çok korktuğum içindi.

    şelalenin sinirini bozdum az önce
    ordan geliyorum.

    birhan keskin

    19 Nisan 2010 Pazartesi

    yana yana

    hatırlayalım...fikret kızılok'a saygı duyalım, ruh halimizle alakasız olsun ama.

    yordun beni dünya, soldurdun, koşturdun beni dünya
    bir o yana, bir bu yana, bir o yana, yana yana...
    dört rüzgarı kaderin peşim sıra, taraf ettin beni yabancı, yalancı
    bir o yana, bir bu yana, bir o yana, yana yana...

    dönüp durdum nafile, sevil ettin gönlümü
    dünümü, bugünümü, gecemi, gündüzümü
    yer döşek, duvar bulut, sır ettin, zor ettin
    bulamadım yolumu, bilemedim sonumu

    mahpus ettin beni, esir ettin, sefil ettin
    işte halimdir, yıldızlar şahidimdir
    bir o yana, bir bu yana
    bir o yana, yana yana...

    18 Nisan 2010 Pazar

    günler,

    tepelerden koşan,

    vahşi atlar misali...

    11 Nisan 2010 Pazar

    herkes sever.
    ama ben en çok seviyorum.
    cbmi çok seviyorum.
    en çoklarımdan o.
    en çok benlerden.
    ben de en çok onlardanım.
    o da ben de biz olduğumuz için çokuz.
    ay ne çok oldu çok.
    çikocuğum:)

    gelsin hayat bildiği gibi gelsin, işimiz bu yaşamak, unuttum bildiğimi doğarken, umudum ölmeden hatırlamak..."

    kız her zamanki tütsü kokulu bilezik, kolye ve küpeler arasında gezinirken, küpeli ve tanıdık kahraman
    "gel otur" biraz dedi. "bugün mutsuz gözüküyorsun."
    bir sigaralık muhabbet, tamamen bir başkasıyla, anlamayacak bir objektiflikle iyi gelmeliydi, oturdu.
    kız anlattı. mantıksız sıkılganlıkları...arada girip çıkanlar oluyordu afro incik boncuk dükkana. az ve kendi halinde ama.
    küpeli, önce "sakin" dedi.
    sonra "iyi düşünmek lazım iyi olması için" dedi.
    "akışına bırakmak lazım" dedi.
    "ne zaman diye düşünmeyip, biteceğini bilmek lazım" dedi.
    sonra da "düğüm" dedi hani,
    "bütün düğümler çözülür ama sabırsızlanıp sinirlenirsen karışır , koparırsın ipi, çözülemeyecek duruma gelir. sakin sakin çabala dedi. nasılsa çözülecek. tekrarladı sonra "her düğüm çözülür" dedi.

    bir çift kırmızı parmak arası terlik şeklinde küpe ve de el yapımı yüzüktü o ziyaretin kendi kendine hediyesi.
    uzun pasajın bitişinde sinirlenip kapatılan telefon açıldı akabinde.
    ah dedi kız daha az gözyaşı..daha çok kabullenme, çaba...kendini kendine şikayet etti.
    gözyaşı yine devam etti ama akşam bitti.
    bir mandalina votka bir elma votka yarım tekila falan...iyi geldi.

    bugünkü programda sezen aksu tekrarlarken de işimiz bu dedi..napalım..

    6 Nisan 2010 Salı

    hafta sonu ne güzeldi halbuki..pazar günü kütüphanede olmama rağmen güzeldi...cuma akşamı uzun zamandır gidilmeyen kıtır, uzun zamandır görülmeyen selcan, cumartesi öğleden sorası bir kadeh rakı ve ali nazik ve cb de ne güzeldi..


    bu bulutlu ve yorgun ve korku dolu günler bitecek değil mi? sakin ve huzurlu ve kendimle olan halime geri döneceğiz hep birlikte değil mi?
    eskisi gibi gereksiz şeylere taktığımı bileceğim..böyle ciddi ve gerçek korkularım olmayacak her şey güzel olacak değil mi?
    evet şükretmek ve kendi seçimlerimle yüzleşmek ve şikayet etmemek gerek biliyorum. ama kaygı duymaktan yoruldum galiba.
    böyle zamanlarda boğazımdaki şeyin gitmesine engel olamıyorum bir türlü.
    hayatım çakılıp kalmış ve hep öyle kalacakmış gibi geliyor.

    Bu aralar hafta içi ders aralarında, koşturma aralarında beni en mutlu eden aktivite döner yemek.
    Dünden itibaren de can balık yanındaki adanacıda kuzu şiş dürüm yemek. Yani bu yaz yüzmek için gerçekten çaba harcamama gerek olmayacak çünkü love handlem, doğal simidim beni pek rahat ettirecek...denize gidersem tabi orası da ayrı konu.

    camı açıp ayyyyyyy diye bağırsam da ağlasam sonra en mutlu halimle icap kabule bilmem neye devam etsem?

    hayatımda bir sürü şey olurken hepsine gönül rahatlığı ile beni de dahil etsem?


    4 Nisan 2010 Pazar

    kupalar

    çay koyarken kendime,
    şıkını değil de rengi solmuş ayıcıklı olanını
    ya da daha düz, çiçekli olanını seçmem, sıkılınca sığınmamdandır eve ve eskiye.
    kupası mutlu olunca mutlu olur mu insan?
    ne güzel...

    1 Nisan 2010 Perşembe

    bakış açısı

    bugün vedat özdemiroğlu yazmış kısa türkiye tarihi diye, paşa gönül kriterlerinde...
    hoşuma gitti...

    "Biz bir yere gidersek, bu fetih olur...
    Birileri bize gelirse bu işgal olur...
    Biz hep önden vururuz...
    Biz hep arkadan vuruluruz..
    Başkası yenilir mertlikten biz üstleniriz!.."

    30 Mart 2010 Salı

    22.00 ye kadar açık hocam

    haha kütüphaneden blogla dertleşmek de ayrı bir olay yani...evde zaman kaybetmeyeyim diye buraya geliyorum yine de kaçmanın bir yolunu buluyorum.
    ama hakkımı yememeliyim çünkü güzel çalıştım sayılır bugün.
    fotoğraf makinem olsa idi karşımda oturan, fascism and nazism çalışan çekik gözlü arkadaşın fotoğrafını arkada bikbik konuşan çiftin fotoğrafını, bir de kendimin nasıl gözüktüğünü anlamak için kendi fotoğrafımı çeker, bu entrinin tam burasına koyardım. lakin yok.
    şikayet etmeden devletin borçlanmasına dair ne kadar bilmemem gereken şey varsa hepsini bilmeye çalışmalı arkasından da soru çözmeliyim.

    bu arada hiç paralı makinelerden sandöviç yiyen var mı? iki gündür yiyorum 1.5 liraya. ama son kullanma tarihine dikkat ederek...yanında kutu şeftali suyu ile çok başarılı olduğunu belirtmem lazım.içinde böyle bir rus salatası kıvamlı bişi var çok lezzetli.

    soğuktan tuvalet ihtiyacımın sıklaşması da söz konusu olmasa, burda uyurum wallahi..sabah zor olmaz böylece..

    ah kütüphane ne kadar huzurlu bir yer ne kadar güzel bir yer ne kadar mutlu edici...

    ne kadar pozitifim değil mi bugün?

    29 Mart 2010 Pazartesi

    yağmur

    Her bahar ilk işimdin
    Sana yağmur getirirdim
    Güvercin kanatlı mektuplarda

    Behçet Aysan

    28 Mart 2010 Pazar

    bahar kokusu

    Bütçe kanunundan ve hazırlanışından, yok zamanlarından haziran sonu, 55 gün bilmemne..gereksiz triklerinden daha çok bu pazar sabahı yeşil yürüyüşler, fonda kuş sesleri ve pembe beyaz bahar dalları çerçevesinde huzur arayışı benimkisi...Bulduğum ilk sessiz çimlerde yatmak ve öyle bakmak gökyüzüne mesela...

    Bütçe olmayınca, akabinde bono çek ayırımı, zilyetlik falan olmayınca özellikle de akıldan uçup gitmemesi için zorla ayaklarından tutabilmeyi ve beynin içinde oturtmayı öğrenemedikçe zor bu işler huzur falan gibi, anladım tabi biliyorum.

    Güneş gözlüğü takıp, dizlerimde etek ve kısa kollu bir t shirtle, ayaklarıma bez bir ayakkabı giyip niyeyse beytepede olmak istedim şimdi.
    Oysa güneş gözlüğüm yok bile..hatta hiç alışık değilim takmaya. Beytepeden de hep odtüye kaçtık bu zamanlarda zamanında..ama şimdi ne güzel geldi güneş gözlüğü ile aynı fotoğrafta kendisi...

    En çok böyle pazar sabahları başka meslekler hayal ediyorum geriye dönüp...Ne komik değil mi?

    21 Mart 2010 Pazar

    bazen nasıl böyle dünyanın en gıcık insanı olabildiğime ben de şaşırıyorum.
    neye bu gereksiz isyan anlayamayıp en sevdiklerime neden çektiriyorum?
    en çok bu zamanlarda sevmiyorum kendimi.odama kapanıp, telefonları kapatıp kendi kendime ağlamak istiyorum.
    hiç iyi olmuyorum.
    hiç iyi etmiyorum.


    bahar geldi kapımıza eyvallahh!




    perşembe özlediğimiz bir kısmi özgürlük gecesi idi.
    farkı, bira içmeye hepimiz, aşk-ı memnu ya yapışarak başladık.
    efendim sora tekila falan derken, bayadır gitmediğim, artık ferahlaşmış if performance hall'da aldık soluğu.hopladık zıpladık bekledik, elmalı votka içtik iice güzel olduk. sonrası..

    fatima spar, ebrunun keşfi, ve freedom fries, ve kibirli ceviz ve atılan göbekler, özlenen geçmiş günler, çok hoş bir türk asıllı avusturyalı hatun sahnede, inanılmaz dudak mimikleri ile dans ediyor, göğsünde bir tane ben hatta, nasıl yakışıyor...

    ben tabi uzun süredir içki içmediğimden birazcık çabuk etileniyorum ama saçmalamak yok..sadece duruyorum da bakıyorum, insanları izliyorum, kafası güzel gözlemlerde bulunuyorum insanlar hakkında da işte diyorum bunu yazmalı..tabi ki eser kalmıyor sabahında o düşüncelerden.
    bir yandan sabahki dersi düşünüyorum...neyi ne zaman çalışsam da halletsem diyorum.
    kalbim biraz daha hızlı çarpıyor.
    sonra aman diyorum...daha yüksek zıplıyorum..eskisi gibi ne güzel dans ediyoruz hep beraber, öyle gelişigüzel...çok hoşuma gidiyor...demek ki hala gece eskisi gibi olabiliyoruz diyorum, seviniyorum.

    sonra aybalayla eve erken gidiyoruz..aama tam zamanında, en güzel yeri damağımızda...
    hatta fatima abla kızıyor, nereye diyor, türkücüyüz bak biz diyor aksanlı türkçesi ile kızılcıklar oldu mu yu söylemeye başlıyor...onda göbek atmadan çıkmıyoruz tabi...sonra terki diyar edip orayı, o sırada bursada olan cb ile konuşup pat diye uyuyorum.

    cedacım ankarada yaşamaya başlayacak artık..sabah belli oluyor..mülakatı geçiyor...hemen iş teklif ediyorlar..7 seneden sonra ankaraya dönüş yapıyor. işi alış şekline özeniyorum tabi, aynı huzuru yaşamak istiyorum, bekliyorum.
    Sonra yanımda olacağına artık, buralarda olacağına, daha huzurlu günlerde onun da göbek atacağına benle seviniyorum. Orta Dünyada üşüyor ve çay içiyoruz. Bazen gözlerimiz doluyor da dertleşiyoruz. Hayat kızılırmak sineması önünden, kaldığı yerden devam ediyor sonra...gelip ders çalışamıyorum. hala bitmeyen mad menle unutuyorum bu sefer.

    O akşam artık a.banuyu kazanılan ilk resmiyetle arif beye veriyoruz. gençler anlaşmışlar muhabbeti ve türk kahveleri uçuşuyor kayserilerde...bir allak bullak olup vay be oluyoruz, zaman ne çabuk geçiyor diyor, inanamıyoruz gülece, zeynep ve ben olarak.

    Cumartesi akşamı ise Nuri Usta isimli lokantanın çeşit çeşit yemekleri ve Yüreğine Sor isimli filmle aile saadeti içinde geçiyor.

    Şimdi en çok istanbulda olmak istiyorum aslında...bu güneşli havada, pazar sabahında deniz kenarında kahvaltı istiyorum. huzurlu bir bardak çay ve mutlu bir bahar olup cb yi de yormamak istiyorum.



    13 Mart 2010 Cumartesi

    bir gece vakti

    saat epey oldu.
    aslında uykum gelmiş olabilir ama artık sigarayı cb ile bırakmış olduğumuzdan (daha ilk gün) içmeden nasıl uyuyabileceğim onu bilmiyorum.. o yüzden yatıp karanlıkta dönüp durmaktansa hala ayakta kalmayı, bir şeyler çalışabilmeyi ya da izleyebilmeyi temenni ediyorum.

    Yoğun ve koşturmacalı, bol yeni insanlı, kafayı kemiren yeni düşünceli bir haftadan sonra bu gün evdeydim.

    Aslında haftada bir gün de olsa bütün günü evde geçirmeye ihtiyacım var sanırım..Yani her dönemde böyle oldu...Evde olduğum zamanlar, hele de ders çalışmam gerekiyorsa ancak çalışamamışsam, akşama doğru sinir bozukluğu, asabiyet sahibi olduğum bir gerçek...Tamamen vicdan azabından kaynaklanıyor...
    Çalışamayacağımı bile bile de evde olmaktan vazgeçmiyorum.. Bilmiyorum üşengeçlik belki de...
    Benim evde olmam aslında öyle odamla uğraşmam falan anlamına gelmiyor...Ama yalnız ve kendimle oluyorum...İşte bazen buna ihtiyaç duyuyorum.

    Bugün de sabah geç kalktım, çayımı aldım, evde de kimse yoktu Çiğdem dışında.. O zaten odasında takılmakta genelde...Hatat çoğu zaman yatağına tünemekte...Ancak tünerken laptopının ısısı olmadan rahat edemiyor kucağında.

    Her neyse çayımı aldım, gazeteler, salon, TV karşısı ve azcık bir kahvaltı...
    Sonra bilgisayar, sonra feysbuk, mailler, takipte olduğum bloglar....
    Bu arada ayaklarımda, cbmin bana doğumgünü hediyesi gömleğin koluna yerleştirdiği ve doğum günüden bir hafta sonra hediyesi olarak sunduğu ayıcıklı çorap patikler vardı...Terlik giyemeyen bir insan olarak, daha doğrusu terlik giyince ayağında tutamayan biri olarak, patiklere, renkli ve kalın çoraplara bayılıyorum...Tekrar teşekkür ederimm sayın cbcim, muşumuşum...

    Evet sonra da oturdum işte dersin başında....

    Ancak evde olunca, hele de yalnız olunca 10 dakika çalışıp 3 saat mola veriyorum...Asıl sorunum bu...ve ders çalışıyorum nasılsa diye o mola sırasında faydalı bir şey de yapmıyorum...sadece zaman geçiriyorum...ve işte tüm bunlar günün sonunda içimde büyümüş bir vicdan azabı ve boğazımda bir düğüm olarak kalıyor.

    O yüzden kütüphaneyi kendi evimmiş gibi benimsememin vakti geldi de geçiyor bile..

    Güzel bir akşam yemeği, biraz ders çalışmalı, oyalanmalı bir akşamdan sonra, yatmadan önce, annemin de seveceğini düşündüğüm için aldığım Julie&Julia isimli mutlu ötesi filmi izledik.
    Merly Streep inanılmaz...Ordan oraya hopluyor, gülüyor, mutlu oluyor, mutlu ediyor...
    Kendisini asıl Angels in Americadan beri beğenerek izliyorum diyebilirim...
    Onun dışında filmle beraber inanılmaz derecede acıktım...
    Ve canım, tere yağında kızarmış kırmızı et veya hamura sarılmış ördek eti çekmekte şu anda.

    Film sırasında sadece yemekleri yemeye özenmedim...Yapmaya da şiddetle özendim...ama en çok da yemek yaparken, ordan oraya koştururken, ağzımı şapırdatarak, bir heves ve merakla, yapılan yemeğin tadına, onu karıştırdığım kaşıkla ucundan bakmaya, sonra gözlerimi kapamaya ve beğenileceği için mutlu olmaya özendim...

    Neyse işte film bitti, annem yattı, ben acıktım ve keşke filmin sonunda tanışabilselerdi diyerek iç çekiyorum. (spoiler içerdi geçtiğimiz cümle, baştan söylemediğim için üzgünüm, amaaaan zaten, sanki yüz kişi okuyor bunları:))

    Filmle beraber blog olayına da özenmiş olabilirim daha fazla...

    Annem akşam bugün dedemin doğum günü olduğunu söyledi...Daha önce bilmiyordum...Ve kendisinin balık burcu olduğunu öğrenip hem şaşırdım hem de mutlu oldum.
    Balıkların fazla güçlü karakterlere sahip olacağını pek düşünmezdim çünkü, o yüzden şaşırdım. Daha doğrusu güçlü demeyelim de sert diyelim, dediğim dedik ya da...
    Gerçi şiir gibi duygu dolu mısralar da dedemin okudukları arasındaydı.
    Hatta ben de şiiri ilk onun kütüphanesi ile ve Rahmi Gülbayrak isimli asla unutamayacağım edebiyat hocamız sayesinde sevmedim mi? Orta sonda...Rahmi Hocanın beğenmesi için gidip dedemin kütüphanesini karıştırmadım mı hep??
    Ve kütüphanesini karıştırdığımda altı çizilmiş cümlelerden etkileniyor olmam, belki de ondan bir şeyler aldığımı gösteriyordur...


    14 şubattan sonra yine kütüphaneyi karıştırırken bulduğumuz ve kendisinin yazmış olduğu şiir kitabı da bir kez daha beni vurmadı değil...

    Bu geceki yazımı sonlandırırken,
    yarın da havanın böyle güzel olmasını umut ediyorum...
    Daha çok yarın akşama kadar, aslında bugün bitirmem gereken şeyleri bitirmeyi de umut ediyorum.
    Dedemin bunları okuyor olması ama saçmalık dememesini de umut ediyorum.

    İyi geceler....



    karıştırıp duruyorum ben

    siz de rüyalarınızla gerçek hayatı karıştırıyor musunuz acaba???

    10 Mart 2010 Çarşamba

    bazen yeni bir insan hayatınıza girdiğinde hele ki sevgili ise o, hayatınız artık eskisi gibi olmaz...sizin için yeni bir dönem başlar.

    bazen de doğduğunuzdan beri etrafta güp güçlü olan biri hayatınızdan tamamen çıkmışsa, ya da öyle demeyelim de gitmişse, bir daha göremeyecekseniz, sesini duyamayacaksanız yine hiç bir şey eskisi gibi olmaz.

    bir dönem daha kapanmış, yeni bir dönem daha başlamıştır.

    7 Mart 2010 Pazar

    two lost souls swimming in a fish bowl




    sert bir kahvenin kokusuna,

    kendimize yer edindiğimiz, ikimizi de kabul eden akvaryumun derin ezgi ve sözlerine,

    birbirimizden daha da yüz bularak arka arkaya yaktığımız sigaralara ve muhabbetine, paylaştıklarımıza,

    dünyayı kurtarışlarımıza

    ve "ay" larına,

    atinaya

    selam olsun..

    selcan seni özledimmmm!!!

    bugün neler oldu?

    odamı topladım en azından artık masamın üstünde ders çalışabiliyorum.
    duvara uzun süredir asılmayı bekleyen saati astım.
    annem çiçekler almış, yeni güzel saksılara onları koyup penceremin önüne koydu içim açıldı.
    cb ile yeni yeni şampuanlar, duj jelleri falan almıştık, onları deneyeceğim için heyecanlıyım. Tek dileğim içlerinde böle rahatlatıcı, gevşetici, pozitif etkili mucizevi bişilerin olması ve beni rahatlatması.
    birazdan bir mad men izleyip iki gün içinde 3. sezonu da sonlandırmak amacım.
    eskiden oscar törenlerini izlerdim, babamla kavga ederdim (lisede falan) yine de izlerdim.
    şimdi canlı izleme gibi bir hevesim yok.
    sabah dersane var.
    öğleden sonra kütüphane.
    sonra caymazsam yarım saat koşmak arzusundayım kemiklerimin ve ruhumun rahatlaması için.
    sora da babaneye ziyaret..
    aslında ananemde bir sürü bir sürü yazılcak şeyler çıkıyor ortaya...
    oradaki anılarımın hepsini, özlemimi, daha geçmemiş hüznü bir yerlerde biriktiiryorum içimde de ne zaman nasıl çıkacak ortaya ben nereye dökeceğim içimi bekliyorum..
    öle işte.

    who'd have known? cb?



    are you mine? are you mine?
    cos i stay here all the time,
    watching telle, drinking wine,
    who'd of known, who'd of known,
    when you flash up on my phone,
    i no longer feel alone,
    no longer feel alone.



    2 Mart 2010 Salı

    yaş 25 derken?

    bundan tam 1.5 saat önce doğumgünüm bitti. benim 24 yaşım bitti, 25 oldum. 25 inanılmaz büyük bir yaş değil mi sizce? bence öyle...ama daha 17 falan hissetmekteyim. bu iyi bişi değil ama içindeki çocuk ruhu falan...öyle pozitif olaylardan değil.
    ben sanırım büyüdüğümü, dana kadar olduğumu kabullenemeyenlerdenim.

    Dün gece lise tayfası ile gülcemin gidişinin toplaşması gece sonunda ertesi günki bahar doğumu kutlamasıyla son buldu. Arada köksaldan aşırdığım 2 çatal cheese cake ilk doğum günü pastamdı.

    Sabah ise annem ve çiğdemin öpcükleriyle başlayan, hediyelerimin yatağa geldiği,dersane ile devam eden sıkıcı gün, eve gelip uyumam sonra vazgeçilmez yerim kütüphane ile devam etti.
    bu sırada cb ile buluşup onun günü güzelleştirmesini izledim.
    ama gün hala güzel değildi aslında çünkü ne yalan söyleyeyim buruk ve yalnız hissediyordum hala...

    cbye bir bunalım anında bu sene kutlamayalım dediğim günün, beni mutlu etmesi, sevdiklerimle, arkadaşlarla güzel olacaktı..hatta "sen beni niye ciddiye alıyorsun?" diye kızmış bile olabilirim sabırlı kişiye...

    ama benim adetim (zeynep ve ayşe en iyi bilenlerden..) doğum gününde ayrı bir şımarık bir kapris sahibi oluyorum. napıyım..bi de böyle iç sıkıştırıcı, dışarı çıkmadığım zamanlar ya...bu gün daha güzel olsun istedim...en masum halimle:)

    o sıralarda başka bir güzel haber aldım (ne kadar güzel hala emin değilim gerçi de yakında paylaşırım)

    sonra yemekti, singapurdan, isviçreden, istanbuldan, sevdiklerimden mutlu eden telefonlardı derken efe ve dideme uğramak olan plan diğer en yakınların da orda olması ile, balonlar eşliğinde süpriz partiye dönüştü. elma şekerim (cb), çilekli pastam, hediyelerim ve gerçekten bugün beni her zamankinden daha mutlu eden arkadaşlarımla gün güpgüzel oldu.

    Senelerin alışkanlığı, efendim kutlu doğum haftasının üyeleri, o günü daha özel kılan insanlar aslında bir kaç senedir istanbuldalar. onlar olmasa da şımarabildim belki ama keşke onlar da olsalardı. Hatta bu sene ankarada ve yanımda kalan tek kırmızı beyazlı bankacı kişiliği, denizlerinin yanına aldılar. O da beni sadece bir kere arayıp( e daha ne yapsın demeyin bizim bu olaylarımız böyle idi eskiden) dün gece ve bu gece erkenden sızdı, uyudu.
    Keşke dedim o da olsaydı.

    Olsun...kötü günler, mutsuz günler...hep sevdikleriyle daha güçlü insanın...son 20 gün içinde bunu çok yakından anladım.

    Bu aralar benim gibi mızmız ve şikayetçi bir insana sabır gösteren, şefkat gösteren herkese çok teşekkür ederim.

    cb'ye; anneme notunu ilettim, güldü.
    her şey ama her şey için sana daha çok teşekkür ederim. sen de iyi ki varsın. en kısa zamanda hayat güzelleşince,istediğin kadar çocuk ol, söz her dediğini yapcam. senin de zeynebin de:)

    bir de bugün ilk aşklarımdan bonjovinin de doğum günü olduğundan, radyo odtü bonjovi özel arabada olduğum zamanlarda ayrı bir keyifle dinlendi hatta cb ile mutlu olduk.

    herkese tekrardan çok teşekkür ederimmmmmm

    öpüyorummmmm



    28 Şubat 2010 Pazar

    bugün her şey iyi?

    pazar gunlerini severim
    belgsel izler, kuslarin hayatini
    maymunlarin askini
    zebranin kacisini
    ormanlardan uzak odamda
    cay icer, izlerim.
    bir de benim belgeselim var
    yonetmeni belli
    hayatim, askim, kacisim
    guluyorum ben orda
    güzel bir hareket çekmişim dünyaya
    iyi gozukuyorum, iyi
    iyi bugun hersey iyi..


    bugünün maliyeli ve gözyaşılı havasına pek uymasa da ben bugün bu şarkıyı dinledim uzun süreden sonra.
    mor ve ötesini ama en çok eskilerini hala seviyorum.

    26 Şubat 2010 Cuma

    bence şu an edip akbayram'ın 1 mayıs marşını kuzey'in oğlu adlı programda söylemesi tüyleri diken diken eden ne kadar güzel bir şey. erkenden sakarya caddesine selam göndermesi...bizzat gitmişti de zaten...
    gerçi canlı değil ama ben ilk defa duyuyorum ve görüyorum marşın tvde, kanallardan birinde söylendiğini.
    volkan konak'a kızmıyorum o yüzden. bence daha fazla nazım şiiri okuyup daha fazla sunay akınları bir birine karıştırmalı. hatta yeni türküleri de, ahmet kayaları da eklemeli bu karışıma.



    25 Şubat 2010 Perşembe

    bo ya da bö

    Dersaneden çıkıp doktora gitme aralığında, aydınlık ama yağmurlu havayı, kalorifer yanında, smoking areada, çay eşliğinde izlemenin en güzel yeri sanırım artık tenedosa tercih ettiğim (cb sayesinde) , günün bu saatinde henüz kalabalıklaşmamış olan Orta Dünya.

    Benden başka sadece 2 adet kırmızı winston ve camel kızlar var. Laptoplarıyla bu ahşap ve mütevazi havayı bozsalar da sesleri küçük küçük yankılanıyor ya, tam yalnızlık ve yalnızlığın birilerinin yanındaki görüntüsüne göre.

    Oysa b.o fonda "en küçük ses bile sanki gök gürültüsü
    içim kıpır kıpır, deniz kıpırtısı" diyor tam bu sırada.

    Takdir edersiniz ki b.o için değil de b.ö için tam bir hüzün atmosferi. Ama havanın kokusunun ve koşturan insanların ve yağan yağmurun ve aslında huzurlu olan bu yalnızlığın "yerinde" bir hüzünden başka ne getirmesini bekleriz ki?

    Ve ben uzun zamandır ilk defa klavyeyle değil, kalem ve kağıtla konuşmaktayım ki bu hüzünlü içimi daha da rahatlamış kılmakta. Oh be diyorum...eskisi gibi...ders defterlerimin arkasına orda burda yazılmış notlar bırakıyorum ki seneler sonra şimdiye kadar olduğu gibi açıp okuyup o anı, zamanları hatırlayayım. ( nerdeyse bütün defterlerimi hala saklama gibi bir alışkanlığım var. dedenin torunu, annemin kızı olduğunu düşünürsek en küçük anıyı bile sonsuza kadar saklama alışkanlığımın yadırganmaması gerekir. en azından ben, bu özelliğimden çok gururluyum:)

    Kendimin bu hallerini özlemişim. Bu zamana adım atarken en çok korktuğum benim bu yalnızlık hallerimdi o koşturmacadan sonra. Ama insan her şeye alışıyor değil mi? Ben de alışıyorum bu duruma. Alışmak demişken, yağmur altında koşturan insanları izlerken camın önünden bastonla, yavaş yavaş yürüyen dedemi görüyorum, öyle hayal ediyorum, hayal edince bakışı ve bir mimiği geliyor gerçekmiş gibi gözümün önüne. İnsan her şeye de alışır mı gerçekten?

    cbmin dediği gibi henüz daha çocuğum. hayatın, en kötü halinin, birinin bana aldığı meyvalı dondurmayı sevmemek gibi kötü olmasını isteyecek kadar.

    Fondan, "her şey geçer, hayat kalır" diye kısmi sorularıma cevap veriyor b.o tam bu sırada.
    Ve ben kendimi atıyorum yağmurun altına, babamla buluşmak üzere. Beni yalnız bırakmıyor ya doktora giderken, hem bir yandan istemiyor hem de bir yandan mutlu oluyorum. Yine küçük kız çocuğu oluyorum o zaman...ah nasıl keyifleniyorum.

    ve Orta Dünya'yı yine b.o ile sonlandırıyorum tam bu zamanlara hitaben..


    zaman düşer ellerimden yere
    oradan tahtaboşa
    saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya,
    resimler sarı güneşsizlikten, duygular değişir
    dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına
    ve sen ben, değirmenlere karşı bile bile birer yitik
    savaşçı,
    akarız dereler gibi denizlere, belki de en güzeli böyle..
    .
    uçurma uçar sözlüğümden, geri gelmeyecek bir kuş
    yaşanmamış kırıntılar sadece bir düş...



    ve yolda yürürken,
    hayal kuruyorum ve hayatım tüm sevdiklerim için hep mutlu olmasını istiyorum.

    23 Şubat 2010 Salı

    ankara'nın en çok sevilen yanı

    deniz yok bu şehirde,martı sesleri de.hiç olmadı...hep uzaktı,hep zaman vardı arada.sevmemeliyim aslında bu sadeliği...

    ama sevilen yanı,geçmişi bendekinden çok daha canlı tutması.ben hafızamda sahip değilken kendime,o tunalı hilmi kalabalığıyla sahip mesela bana.
    dost kitap evi önündeki sarı bir bank kalıcılığıyla burda her şey.zamana vurulmuş koca bir darbenin basamakları yazanlar sokakta..sarı yapraklı ,huzurlu sokağın aldığı mutluluğu aynı yerlerde geri vermesi yalnızda olsa...
    bahçeli sokaklarında küçük bir kızın yaşlanmış ve kocaman bir işaret parmağına tutunarak gezinirken, hayattan aldığı güvenin başlangıcı,aynı grilikte geçmiş yılların,yaşlı bakışların en hüzünlüsünden vazgeçişi artık küçük olmayan kızdan.güvenin aynı şehirde tükenişi...
    tek tük sahneler akılda...köşedeki cafenin iki apartman ötedeki filme yetişmek amacıyla yenemeyen sigara börekleri,ankaranın kar havası fonda...bir kaç kız..daha ilk dışarı çıkmalar,ilk aşklar...eksilerek aynı yollarda devam etmek...kaçıncı aşklar...
    kızılırmak sineması...bilet kesen yaşlı amcası,kavaklıdereye uzanan yokuşu.ankaranın akılda bıraktığı ütopik şehirlerin gözden geçirilmesi yeşilli yokuşta..
    meclis kaldırımları bir de.çocuk yukarda olcak,anne aşağıda.el ele tutuşulcak,ama çocuk küçük olcak,herşeyden habersiz,koca bir hayat varken daha ankarada.bu şehirden başka şehir yok çünkü o zaman.sevilen her şey burda.ötesi yok...yıllar sonra eski en çok özlendiğinde aynı kaldırımlarn sarı yaprakları üstünde yürürken,annenin eli olmadan avuçlarda,ayn şeyler hayal edilcek işte yine.
    bu şehir bu yüzden sevilmeye değer denecek.unutturmadığından...mutlu anılar...bir yanı var işte...unutmuşken unutturmuyor,ağlamazken yeniden ağlatıyor.aynı köşeler,aynı soğuk..aynı sarhoş yürüyüşler,saçma sapan gülüşler...


    not:24.11.2006 tarihinde yazılmıştır.

    22 Şubat 2010 Pazartesi

    elimden tut yoksa düşeceğim...... yoksa bir bir yıldızlar düşecek..

    anıların toruncuğu olarak gezinirken eskilerde; takıldı gözüme de karıştırıverdim şiir kitabını.
    a. ilhanın olmazsa ölecek aşkları için şiirleri.
    ben sana mecburum bilemezsinden, aysel git başımdan seni seviyoruma kadar..


    "elimden tut yoksa düşeceğim
    yağmur beni götürecek yoksa beni"

    pembe sümbül fonlu gri yazı

    Bu aralar üzüldüğüm fazlaca şey var.

    Ağlamayı kesmiş olsam da içimde derin bir "kağıt kesiği" olduğunu ve zaman zaman canımı çok yakarak sızlattığını söyleyebilirim.
    O zaman boğazımdan gözlerime, canımı yakarak, su pompalanıyor...

    Ananeme pembe sümbül götürdüm bu sabah. Sonra da odaya vuran güneşin kemiklerine etkisinden meydana gelen huzurunu, önce gazetesini sonra da 1990 yılı hürriyeti-cumartesi eklerini tek tek okumasını izledim.
    Güvercinlere ekmek verdik ki, gelsinler biraz oyalanalım, zaman geçirip mutlu olalım diye. Eskisi gibi...Muhtemelen ben çocukken ananemin beni oyalamak istemesi gibi.

    üzüldüğüm fazlaca şey var, belirsiz bir gelecek, gerektiği kadar konsantre olamamam, kendime ve yakınlarıma zaman harcayamamam gibi...
    ama bu aralar üzüldüğüm başka bir şey de; uzun süredir ankara koç müzesinde süregelen minyatür odalar sergisini kaçırmış olmam...daha önce aslında bir benzerini gezmiştim ancak burda da görmek isterdim...o küçücük ama inanılmaz şık, doğal odaları tek tek izlerken ayrıntıyla, hayaller kurmak güzel.

    birdahaki sefere diyeceğim ama elimde olsaydı ertelemezdim.

    hayatın en küçük parçasını bile ertelemememiz gerektiğini en çok hissettiğim zamanlar bunlar.


    20 Şubat 2010 Cumartesi


    o kadar gözyaşından sonra, ılık bir 15 şubatta, Karşıyaka'da küçük bir kalabalık arasındayken, annem; " dede gitti bahar" dedi
    ve ağlayarak sarıldı bana.
    ilk o zaman idrak ettim aslında gitmiş olduğunu.
    dede gitti ve öyle sessiz kaldık hepimiz bir sevgililer günü.

    14 Şubat 2010 Pazar

    Gri Başlıklı Kız ve Beyaz Astralı Prens



    "Gri Başlıklı Kız ve Beyaz Astralı Prens"
    ve her cümlesi hikayenin.
    her duygusu, her anısı, her kısa zaman olmuşu ama aslında uzun yılları.
    huzur ve güveni.
    acılı gözyaşları içinde gülümsemeleri.
    kalbinin en içi iki kişinin, dışı bir de en koruyucu.
    en güzel hayalleri fiyatına bakılan küçük bir mutfak masasında.
    hem anne hem baba hem çocukluklar birbirleri için.
    hikayenin her gizlisi, her benzetmesi, her ismi, müziği.
    burna sokulmaya çalışan parmağın romantik ve hisli sahibi.
    depresyon damarın pozitif iksircisi.
    kukuletalı prensesi- çekik gözlü, yaratıcı prensi.



    çok teşekkür ederim:)

    13 Şubat 2010 Cumartesi

    her siyahın bir beyazı gecelerin gündüzü de vardır.



    after the rain,
    there will be sunshine.
    .
    .
    .

    it can't rain all the time.
    it won't rain all the time

    "kıyıdan"



    Gerçekten hayran olduğum insan Ece Temelkuran'ın artık Milliyetten vazgeçip, HaberTürk gibi karışık bir gazeteye geçmiş olması beni biraz üzdü... Bir kere ben internetten köşe yazısı okuyabilme yeteneğine sahip değilim.
    Kafamı veremiyorum.
    Dolayısı ile HaberTürkü sadece internetten takip etme şansım olduğundan kıyıdan köşeden kopma ihtimalim söz konusu..Zorlayacağız artık kendimizi...
    E tabi denilebilir ki zahmet et de, Haber Türk al sen de diye...Cık sevmiyorum tarzını da kendisini de...

    "Kıyıdan" köşesine bakarken diğer yazarlara da baktım, kadro gerçekten kalabalık ve karışık...Nefret ettiğim insan Yiğit Buluttan, yazdıkları sevimli insan Pakize Suda'ya, efendim tv de sık sık gördüğüm ve ismine her defasında şaşırdığım Balçiçek Pamir'e, Murat Bardakçıya kadar bir sürü yazar bulunmakta.

    Umarım, Ece Temelkuran da genelde haklı ama empati kurmayı asla beceremeyecek olan Melih Aşık kıyısından (hatta sayfasından) hareket ettiği Fatih Altaylı kıyısında mutlu mesut yazmaya devam eder ve ben de okumaya devam ederim...

    Kendisine ve yazılarına çok çok öncesinde hayrandım. O zaman, duygusallıkta, anlayışta, yumuşak başlılıkta Can Dündar önü çekiyor olsa da, zaman ve değişen dünyamda Can Dündar'a karşı olan hayranlığım tükenip gitmiş bulunmakta.
    Ayrıca ikisine de zamanında bir kaç mail atmışlığım ama ikisinden de cevap alamamışlığım vardır ama napalım..

    Ece Temelkuran'ın görüşlerine çoğunlukla katılsam da tercihim onun inanılmaz gözlemleri ve benzetmeleriyle daha çok insanı ve toplumu anlatmasıdır.
    Kendisinin tahsilatı hukuktur ama doğuştan sosyologtur da..

    Ece Temelkuran'ın kardeşi İnan Temelkuran da birsürü ödül alan Bornova Bornova adlı filmin yönetmenliğini yapmıştı, bir sene falan oldu galiba...Geçen biri daha söyledi çok güzel olduğunu...
    En yakın zamanda, iki dil bir bavulla izlemek istiyorum onu da.

    Bu arada Ece'nin Özgür Mumcuyla boşandıklarına dair bir şeyler görmüştüm bir yerlerde...Bu konuda gerçekten mevcut olan merakımla baş edememekteyim...araştırdım falan öyle bir haber var ama...keşke olmasaydı..
    Özgür Mumcu'yu feysbuktan arattım geçen. Kendisi bir kaç resmine ulaşılabilir şekilde açık durmakta...Arkadaşları arasında Ece Temelkuran var mı diye baktım bulamadım, demek ki ayrılmışlar. Barışırlarsa ilk kim arkadaşlık teklifinde bulunacak acaba? Neticede bunu merak etmem normal..feysbuk gençleriyiz yıllardır.

    Ben devamlı takip etmemekteyim ama isterseniz Özgür Mumcuyu (idrak edemediyseniz, kendisi Uğur Mumcu'nun oğlu) cuma günleri http://www.birgun.net/ gazetesinden takip edebilirsiniz..
    Bana göre Özgür Mumcu nun; Uğur Mumcu'ya ve düşüncelerine hayran ama gözü kör bir şekilde Kemalist ve Ulusalcı onca insandan duygu ve mantık bakımından ayrılıyor olması ama yine de babasının oğlu olması çok mutlu edici...


    Hava çok yumuşak bugün ankarada.
    Böyle huzur verici cinsten.
    Bugün evden çıkmayayım ders çalışayım dedim ama aslında kortlarda çay içme, odtüde gezinme, kalabalık yemekler bir yerlerde ve şu sevgililer günü filmiyle günü bitirme havası...(Yeni bir Love Actually düşlemekteyim aslında....)

    Fakat en azından akşama kadar evde kalsam daha iyi olacak sanırım.

    Dün akşam Recep İvedik akşamıydı. Evet, ben ve cb ve benim en yakın arkadaşlarım ilk akşamında yer ayırtıp bu filme gittik. (ki ben ilk filmini bile izlemeyi reddetmiş, 2 sene sonra falan istanbulda bodrum tayfasıyla baya eğlenerek izlemiştim. Her neyse dün bizim takım çok eğlendi, baya baya eğlendi, cb de eğlendi..aslında ben de eğlendim çünkü recep ivedik karakterinin özgün ve başarılı olduğunu düşünüyorum ama yaptıklarında öyle acayip gülecek bişi bulamıyorum.
    Neyse değişik ve bol kahkahalı bir akşam olduğu için mutluyum.

    Yarın da sevgililer günü...sevgilim yokken anlamlı gibi gelen bugün artık çok da anlamlı değil..hatta azcık saçma da geliyor...yarın yerine acaba bu akşam mı vursak kendimizi ankaranın bu yumuşak havasına??

    11 Şubat 2010 Perşembe


    Dün Gülcem aradı, kokoreç yemeye gidelim dedi hadi kalk dedi, günü tekrar ediyordum, çıkmadım..
    Demin Tuğba aradı Shantel var if'de bu gece kalk hadi gidelim dedi..Ders çalışmam lazım,
    gitmeyeceğim.
    Eskiden olsa...
    Sanki her rahatlığımda birilerine ihanet ediyormuş gibi geliyor..
    Öyle inanılmaz verimli olmasa da, adam gibi çalışamasam da evde kalayım istiyorum.

    Anayasa bitti bugün, tarih ve coğrafyaya yazılcam karar verdim.

    Bu hafta güzel başladı. Hasta olmuş cb ile sakaryalardaydık. Turşu suyu içtim izledi, döner yedik, bülbül yuvası hatta sütlü nuriye bile yedik.
    Orta Dünya da soluklandık, hafif acı ve ekşi tost yedik, temiz hava ile sarıldık da yumuşadık.
    Sonraki sürprizde, sufle yedik, sabahçı çocuğun öğleden sonrasını beraber geçirdik.

    Şimdi Kariyer netle haşır ve neşir olup sonra anayasayı kitaptan okuyacağım. soruları yarına bırakabilirim...
    Ceza çalışırken rüyamda hapse girdiğimi görüyordum, şimdi belki cumhurbaşkanı falan seçilirim.

    Bu arada bu hafta ilginç bir deneyimim oldu.
    Dün sabah dersanedeyken sarımsaklı, yumuşacık, salça soslu, fırında kızarmış tavuk istedi canım. Hoca tam yasamayı anlatırken...
    Eve gelirken gittim ben de tavukçu kasabımızdan, bir adet tüm tavuk aldım, böyle poşette, tertemiz gözüken.
    Daha önce Çiğdemle yapmıştık, inanılmaz olmuştu ama annem onu temizlenmiş bir şekilde dolapta bırakmıştı. N ebileyim ben meğersem temizlemek gerekiyormuş onu...
    Annem telefonda orasını burasını çıkar, yıka, kopar gibi şeyler söyledi.. Daha telefonda unuttum zaten mide bulantısından nerelerini koparacağımı...
    Başladım yıkamaya...Sadece dışını yıkayınca çok sorun yok...Aslında elimi bile süremezdim eskiden, geçen sefer bir bebek gibi tutabilmeyi öğrendim tavuğu..
    Bacaklarını sol elimle, kafasız boynunu sol elimle bebek uyutur gibi tutup suyun altında yıkadım da yıkadım.
    Ama daha önemli yerler vardı yıkanması gereken... Bir kere kafası olmadığı için poposundan suyu tutunca diğer taraftan çıkıyor..Çıktıkça temizleniyordur herhalde diye düşündüm. Birde yerinde durmayan boyunla baş etmeye çalıştım bir sürü.

    Her neyse asıl berbat durum elimi tavuğun poposuna sokup oradan garip gurup renkli ve şekilli şeylerle geri çıkarmam oldu. Öğürme seslerinin eşliğini inkar edemeyeceğim. Sonradan bıçakla giriştim artık, tavuk annenin küçük yumurtalarını bile çıkardım da üzüldüm...
    Bebeklerini göremedi dedim. Gerçi otomatik olarak, bebekler olmamış oluyordu. Her neyse...

    Sonra efendim yeterince poposunu falan temizlendiğini düşünerek, salçalı, yoğurtlu sosunu yedirdim güzelce, sarımsakları yerleştirdim göbeğine verdim fırına.
    Babam çok acıktığından yeterli pişemedi galiba, geçen seferki gibi değildi, sertti bir kere.. Yağı mı az olmuştu anlamadım.

    Ben yiyemedim ama...görüntü ve elimin hali gitmedi aklımdan..

    Belkide müjdeler olsun demeliyim, tavuktan vazgeçtiğim gündür bugün???